Yeryüzünde hayat nasıl başlamıştır? Bazı insanlar (araştırmacı ve bilim adamlarından oluşan topluluklar) bu soruyu “yeryüzündeki canlılık, tek bir hücreden tesadüfen oluşmuş ve bu hücre gelişen şartlara göre değişerek kompleks bir canlı haline gelmiştir” şeklinde cevaplayabilmektedir. Bu cevabı verenler dayanak noktası olarak, 1950’lerde Stanley Miller ve Harold Urey tarafından yapılan deneyleri alırlar. Onlara göre bu deneyler hayatın tamamen tesadüf eseri olarak hayatsızlıktan çıktığına delildir. Bu iki bilim adamı, ilkel atmosfer olarak düşündükleri metan, amonyak, hidrojen ve su içeren bir karışımı elektrik kıvılcımları ile harekete geçirmiş, böylece aminoasit ve diğer organik maddeleri üretmişlerdi. Homo Saphiens yaklaşık 270 milyon yıl önce sürüngenlerden evrimleşmiş memeliler içerisinde, 47 milyon yıl önce evrim sürecine başlamış Primatlar ailesinden ardından da 6-7 milyon yıldır insansılar kolundan evrimleşerek günümüze kadar gelebilen tek insan türüdür. Bu uzun evrim yolculuğu sonucunda evrimleşen canlının pek çok özelliği değişmiş ve bu değişimlerin birikimleri önce primatlar denilen iri beyinli memelileri evrimleştirmiş, ardından da günümüz modern insanın evrimine yönelmiştir. Temel değişimler morfolojik, anatomik, fizyolojik ve davranışsal değişimleri içerir. Morfolojik dış görünümü, anatomik organların yapısını, fizyolojik hücre, doku ilişkilerini ve davranışsal değişimlerde sosyal yapıyı kapsamaktadır. Bu tür değişimler her türlü canlıyı atalarından farklılaştıran özelliklerdir. Bu uzun evrim cansızlıktan canlılığa kadar milyonlarca yılı kapsamaktadır. Günümüz insanı ile atalarının beslenme şekilleri ve yaklaşımları da bu uzun evrimsel süreçteki değişikliklere benzemektedir. Şempanzelerden farklı yönde evrimleşmeye başlayan modern insan "pis, zalim ve kısa hayat yaşayan" canlılar haline gelmiştir. Zeka evrimi güzel şeyleri getirirken eşit veya belki daha fazla miktarda kötü şeyi de beraberinde getirmiştir. Bundan yaklaşık 50.000 yıl önce insan ömrü şuankinin 3 katına çıkarken, iklimler, besinler vb. insani ihtiyaçlar bilim ve teknoloji sayesinde köklü biçimde değiştirilmeye başlanmıştır. Yapılan tüm bu değişimler insanları derinden etkileyerek bünyeyi zorlamakta ve daha karmaşık hale getirmektedirler.
Karada yaşayan canlılar beslenme şekilleri yönünden 2 grupta toplanmaktadır. Bu ayrımda temel kriter, canlının yaşamını sürdürmek, diğer deyişle metabolizma faaliyetlerini sürdürebilmek için gereken enerjinin kaynağıdır. Bunlar:
Ototrof Beslenim: Bu canlılar enerjiyi doğal çevreden elde ederler. Yani yaşamsal etkinliklerini sürdürebilmek için gereksinme duydukları tüm organik bileşikleri, doğrudan doğruya inorganik bileşikleri sentezleyerek elde ederler. Heteretrof canlıların aksine kendi besinlerini kendileri üretebilirler. Bu canlılar, karbondioksidi indirgeyerek organik bileşikler sentezlerken, işlemin kimsayal karakteri dolayısıyla enerjiye gereksinim duyarlar. Bu enerji; ışık -büyük ölçüde güneş ışığı- enerjisi ya da kimyasal enerjidir.
Heteretrof Beslenim: Kendi besinini kendi üretemeyen, yaşamak için ototroflardan ya da diğer heterotroflardan besin alması gereken canlılardır. İnsan, Hayvan ve mantarların tümü ile birçok bakteri türü bu gruba girmektedir. Heterotrof organizmalar beslenme özellikleri yönünden, Holozoik formlar (besinlerini katı parçacıklar halinde alarak sindiren canlılardır. Örn : Hayvanların birçoğu.) Aldıkları besinin yapısına göre üçe ayrılır: a- Otçul (sadece bitkilerle beslenenler) b- Etçil (sadece etle beslenenler) c- Hepçil (hem ot, hem etle beslenenler) Saprofitik Formlar (organik maddeleri doğrudan hücre zarlarıyla absorbe eden canlılar. Örn : Mayalar, küfler, bakterilerin birçoğu) Bu canlılar hücre zarı dışına salgılayabildikleri sindirim enzimleriyle hücre dışında sindirim yaparlar. Daha sonra da bu enzimlerle parçalanan bileşikleri hücre zarlarıyla metabolizmalarına alırlar. Hücre dışında gerçekleşen bu tepkimeler, organik bileşikleri yeniden inorganik bileşiklere ayrıştırmaktadır. Saprofitler, ekosistemdeki madde çevrimi yönünden önemli bir işlev görürler. Parazitik Formlar (bitkisel ya da hayvansal parazitler konukçu olarak tanımlanan bir bitki ya da hayvan üzerinde ya da içinde yaşar ve besinini konukçudan sağlayan canlılardır.) 2 çeşittir: a- Endoparazitler: Vücut içinde yaşarlar. Örn: Bağırsak solucanı b- Ektoparazitler: Vücut dışında yaşarlar. Örn: Bit, pire vs.
Evrimsel olarak beslenme tarihimizi incelediğimizde, günümüzden 2.5 milyon yıl kadar önce, insan türlerinden biri olan Homo habilis'in ve yakın atalarının ilk defa et ağırlıklı beslenmeye başlayan bir popülasyona doğru evrimleşmeye başladığını görüyoruz. Besin kıtlığı sırasında ot bulamayan bireylerden, özellikle orman dışında yaşayıp adapte olmaya çalıştıkları savana hayatında, çevrede bolca bulunabilen ete yönelenler açlık savaşını kazanmayı başardı. Bu aslında oldukça beklenen bir sonuçtur: zira ormanların sunduğunu savanadan beklemek hata olacaktır. Hele ki Afrika'nın birkaç yüz kilometre mesafede bile tamamen değişebilen iklim ve bitki örtüsü düşünüldüğünde, canlıların göçlerinin çok daha dramatik evrimsel değişimleri getirmesi kaçınılmazdır. Ormandaki bitki bolluğundan, savananın kıtlığına düşen türümüzün ataları, bu yeni çevrenin sunabildiği besinlere adapte olmaya başlamıştır. Savanalarda, otlara göre çok daha bol miktarda et bulunur. Bitkisel besin olaraksa küçük yemişler, ufak otlar ve kimi zaman kısa ağaçlar ve meyveleri bulunabilir. Et ağırlıklı beslenmenin evriminde, ilk etaplarda ciddi hastalıkların yaşanmış olması ve dolayısıyla türümüzün atalarının popülasyonlarının kırılmış olması muhtemeldir. Çünkü çiğ ete alışkın olmayan türlerin bedeni, etlerle taşınan mikroplara da adaptif değildir. Ancak aç kalıp ölmek ile et yiyerek sağ kalma arasındaki denge, sonunda etten yana bozulmuştur ve et yemeyi daha fazla başarabilen, bu besinlerden faydalanabilmek konusunda daha uyumlu, daha güçlü savunma sistemlerine ve eti daha kolay kabul edebilen genlere (ve dolayısıyla bünyelere) sahip bireyler hayatta kalarak daha fazla üreyebilmişlerdir. Bunun mümkün olabilmesinin sebebi, bireylerin genetik ve çevresel etkiler altında varyasyonlara sahip olmasıdır: Atalarımızın kimi, alışık olmasa da et yemekten iğrenmezken, kimi bundan tiksinmiş ve uzak durmuş olabilir. Kiminin doğumundan berigelen beslenme tipinden ötürü midesinde yaşayan bakterilerin çeşidi ve sayısı, diğerlerinden farklı olabilir. Kiminin genetik çeşitliliğinden ötürü barındırabileceği bakterilerin veya vücudunun savunma sisteminin yapısı diğerlerinden farklıdır. Aynı tür içerisinde bile bireyler arasında bu şekilde milyonlarca varyasyon bulunmaktadır. Bu, seçilimin et yemeyi başarabilenlerden yöne bozulmasını sağlamıştır.Bu konuda giderek artan veriler, aslında primatların zaten son 45 milyon yıla yakın bir süredir hepçil, yani hem et hem de ot yiyebilen bir bünyeye sahip olduklarını; ancak çoğu primat türünün özellikle bol olarak erişebildiği bitkisel ürünleri baskın olarak tüketebilecek bir biçimde adapte olduğunu göstermektedir. Bunun en güzel örnekleri, ciddi bir baskınlıkla ot tüketen yakın kuzenlerimizin (şempanzeler, goriller ve orangutanlar), yeri geldiğinde diğer primatları ve küçük kemirgenleri avlayarak yemeleridir. Bünyeleri bu durumda herhangi bir zarar görmemekte, sindirimde herhangi bir sorun yaşamamaktadır. Ancak bu canlıların yaşam alanlarında her zaman bitki temelli besinlere erişim çok daha kolay ve yaygın olduğundan (en azından şimdilik), bizim atalarımızın savanaya çıktıklarında karşılaştıkları ölümcül seçilim baskısını asla maruz kalmamış, dolayısıyla et temelli bir hepçil diyete asla ihtiyaç duymamışlardır. Kısaca buzul çağına kadar vejetaryen bir şekilde beslenen insanoğlu, tartışmasız otoburlara daha yakındır. Son buzul çağında, yaşamlarını sürdürmek için, asıl besinleri olan sebze, meyve ve kuruyemişleri bulamadıklarından dolayı, et yemek zorunda kalan insanoğlu, etle beslenmeye buzul çağı bittikten sonra da hatalı bir alışkanlık olarak devam etmiştir. Buna rağmen tarih boyunca vejetaryen beslenmenin insanoğlu için daha yararlı olduğunu gören birçok topluluk, vejetaryen beslenmeye geri dönmüştür. İnsan için et yemek, doğal değildir.